Tüm ülke gibi, 24 Haziran’da Zonguldak’ta da sandık başına gidildi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin %46 gibi Türkiye ortalamasının üzerine çıktığı maden kentinde Cumhuriyet Halk Partisi %30,8 oy oranıyla ikinci oldu. Milliyetçi Hareket Partisi’nin %10,9 oy oranına karşılık, seçim anketlerinde onu çok geçtiği söylenen İyi Parti %7,8’de kaldı. Cumhurbaşkanlığı seçimindeyse Recep Tayyip Erdoğan %55,2 gibi bir oranla yine Türkiye ortalamasının üzerine çıkarken, en yakın takipçisi Muharrem İnce %35,8’de kaldı... Sonuçlar ilk bakışta şaşırtıcı gibiydi. Zonguldak, AKP’nin on altı yıllık iktidarında adeta yıkım yaşamıştı çünkü. Başta ekonomi, demografi, eğitim, spor olmak üzere tümgöstergelerde dibe vurmuş, tarihinin en az işçi sayısıyla en düşük üretimini yapanTürkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) kapanma noktasına gelirken, yaşanan yoğun göçten dolayı ülkenin dört bir yanında Zonguldak kolonileri, oluşmuştu. Yoğun özelleştirme saldırısı altındaki madenciler işlerini koruyabilmek için bizzat AKP döneminde kendini ocaklara kapatmış, ülkeyi ayağa kaldıran eylemler örgütlemişti. Dahası, seçim kampanyasında Zonguldak’a gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan,“İşçi alınsın üretim artsın” diye haykıran madencileri her zamanki cerbezesi ile azarlamış, “Bana bunları anlatmayın” demişti… 1990’lı yıllarda emeğin başkaldıran kenti olarak kendine biçilen deli gömleğini yüz bin elle parçalayıp ülkenin umudu haline gelen Zonguldak’ta neler oluyordu? Celladına âşık kurbanlar gibi madenciler de kasabının bıçağını mı yalıyordu yoksa…
 
DERDİM ÇOKTUR HANGİSİNE YANAYIM
Zonguldak Kömür Havzası tarihi aynı zamanda acı, zulüm ve gözyaşının tarihidir de… Yerin altındaki cevheri çıkarıp ülke ekonomisine sunmak için Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan daha çok insan zayi eden Zonguldaklılar için kömür, ekmek kapısı olduğu kadar kara talihin de adıydı aynı zamanda. Zulüm,yalnızca, yerin altındaki isli karanlıklarda çekilen meşakkatin, ecelsiz ölümlerin adı değil; jandarma dipçiğinin, bitimsiz işkencelerin, tecavüzlerin, bin türlü haksızlığın da adıydı… Sandık başına giden kentin hafızasının bir kenarında böyle acılar yüklüydü… İkinci Dünya Savaşı’nın tüm hışmıyla sürdüğü 1940 yılında çıkarılan ve 1960 yılına kadar yürürlükte kalan Milli Korunma Kanunu ile olağanüstü durumlarda Bakanlar Kuruluna geniş yetkiler verilmiş, yasa ile fazla çalışma ve tatiller, çalışma yaşı ile kadınlara ilişkin düzenlemeler yapılırken iş mükellefiyeti de getirilmişti. Seferberlik dolayısıyla emek arzında ortaya çıkan azalmayı ve işgücü açığını gidermeye yönelik bu kanun ile çalışma sürelerininuzatılması ve kadın ve çocuk işgücünün istihdamı konusundaki yasal sınırların aşılması amaçlanıyordu…Ancak tüm bunlar madencilik işkolundaki işgücü açığını gidermeye yetmeyince “zorunlu çalıştırma yükümlülüğü” de yasaya kondu. Dilaver Paşa Nizamnamesi ile 1865’lerde ilan edilen“birinci mükellefiyet”yüzünden “ikinci mükellefiyet” adını alan bu uygulamayla, savaş koşullarında büyük önem kazanan kömür üretiminin artırılması için 16 yaşından büyük erkek çocuklar yeraltında zorunlu çalışmaya tabi tutuluyordu. 27 Şubat 1940 tarihli karar uyarınca başlatılan uygulama, 1 Eylül 1947 tarihine kadar devam etti. “Savaşa kömür, kömür için de işgücü”lazımdı… Başarıldı da… Uygulamadan önceki yıllarda,1937’de 23.666; 1938’de 24.804 olan işçi sayısı mükellefiyetin uygulandığı 1943 yılında 45,523’e ulaştı. “Ne kadar kol gücü, o kadar kömür” yasasının işlediği havzada denklem işe yaradı, işçi sayısının artırılmasına koşut olarak üretim de arttı. 1938’de 2,588,957 ton olan taşkömürü üretimi, 1948’de 4,021,797 tona ulaştı.
 
EĞER BİR GÜN ACININ TARİHİ YAZILIRSA
Mükellefiyet yılları kentin en acı dolu, en kara yılları olarak geçti tarihine… Mükellefiyete tabi olan işçiler işveren tarafından dilediği işlerde çalıştırılırken, son derecede düşük ücretlerle uzun çalışma sürelerine maruz bırakıldı. Bu dönemde ciddi sağlık sorunları ve bunun sonuçlarıyla boğuşan Zonguldaklılar, işçi arasında “zar zor” denen, tahkimatın,dolayısıyla güvenlikli çalışma ortamının arka plana itildiği çalışma yöntemi nedeniyle, iş cinayetlerinde pek çok kayıp verdi.Büyük bir jandarma zoruyla uygulanan sırası gelen işçiyi ocaklara götürme uygulamasında,firar eden, ya da madene gitmeyen işçilerle ailelerine büyük zulüm yapıldı. Firari yakınlarının yerini söylemeyen yakınlarına jandarma tarafından işkence yapıldığı, tecavüz edildiğine dair pek çok bilgigirdi kayıtlara.  O yıllar Zonguldaklıların ortak hatırasında acı dolu günler olarak kaldı. Yazar İrfan Yalçın zulüm günlerini anlattığı “Ölümün Ağzı” adlı muhteşem romanının girişinde “Eğer bir gün acının tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak’ta uygulanan mükellefiyetten de söz edilir elbet” diyecekti. O zulüm yıllarında pasif direnişlerle karşı koymaya çalışan Zonguldaklı madenciler, kendilerini bu zulmü reva gören Cumhuriyet Halk Fırkasına 1950 seçimlerinde esaslı bir ders verecekti. Ülkede büyük bir değişime de neden olan o seçimde Demokrat Parti ülke genelinde %53,5 oy alırken Zonguldak’taki oy oranı %63,1 olacaktı. Cumhuriyet Halk Partisinin ise ülke genelinde %39,9 olan oy oranı, burada, %36,3’e düşecekti. 1970’li yıllardaki “Karaoğlan fırtınası” dışında Zonguldaklının oy verme eğilimi hemen hemen hiç değişmedi. 1954’te DP %68,6 CHP %27,4; 1957’de, DP %53,2 CHP %37; 1961’de Adalet Partisi (AP) %55,7 CHP %31,8; 1965’te AP %65,6 CHP %24,6; 1969’da AP %55,6 CHP % 30,7; 1973’de CHP %39,8 AP %38,2; 1977’de CHP %45,7 AP %42,9 oranında oy aldı. En büyük sürprizi ise büyük madenci grevinin lideri Şemsi Denizer yaşadı. 1991 yılında dünya sosyal tarihine geçecek Ankara yürüyüşüneönderlik eden Denizer, çok değil bundan 10 ay sonra, 20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’nin birinci sıradan adayı olarak seçimlere girdi. SHP kentte %14,9 gibi düşük bir oy alarak 3. parti olunca, o da parlamentoya gidemedi…
 
ZONGULDAK’A ANLAMAK İÇİN ÜLKEYE BAKMAK GEREKİR
Emeğin başkenti olarak nitelenen Zonguldak’ta, seçim sonuçları incelendiğinde, ülkedeki genel eğilim dışına çıkılmadığı, madencilerin Ecevit’li yıllar hariç hep sağ, muhafazakar partileri desteklediği görülüyor. Ülkenin sanayileşme sürecine giren ilk işçi kentinin kır toplumunun seçmen davranışını sergilemesi anormal gibi görünse de, olağandışı bir durum yok aslında. Her ikisi de aynı sosyolojik tabandangeliyor çünkü… Madenciler de tıpkı tarım işçileri gibi kazma, balta, kürek, ip, keser gibi aletleri kullanarak; kazma, itme, kürüme, taşıma, kesme, kürekle yükleme gibi aynı çalışma biçimleriyle üretim yapıyor. Üstelik Zonguldak’ta gruplu çalışma örüntüsü ile bir ay ocakta, bir ay köyünde bırakılanmadencilerin aynı kültürel iklimin içinde kalması sağlanarak, işçileşmesinin de önüne geçildi. 1930’lu yıllarda yapılan “Amele Köyleri Projesi” ve bununla ilgili yazılmış makaleler incelendiğinde bunun nasıl bilinçli bir tercih olduğu çok açık şekilde görülüyor. Buradan yola çıkarak Zonguldak’ı anlamak için ülkede seçmeninin siyasi tercihlerini etkileyen sosyal ve kültürel etkilere bakmak gerekiyor…
 
TOPLUMU TANIMADAN SİYASET GELİŞTİREMEYİZ
Türkiye’nin toplumsal yapısı ve sosyolojisi üzerine çok değerli çalışmalar yapıldı. Marks’tan Weber’e, Pres Sabahattin’den Ziya Gökalp’e, İdris Küçükömer’den Şerif Mardin’e, Niyazi Berkes’ten Cemil Meriç’e, Ulus Baker’den Mete Tunçay’a kadar adını sayamadığım kadar çok bilim insanı gerek doğu toplumlarının gerek Türkiye’nin sosyolojisini kavrayabilmemiz için çok değerli çalışmalar yaptı. Bunlardan yola çıkıp derin analizler yaparak sonuca gidecek değilim, görevim olmadığı gibi haddim de değil ayrıca… Ancak bunları bilmeden toplumu tanımanın, toplumu tanımdan da onlarla güven verici ilişkiler geliştirip doğru siyaset üretmenin mümkün olmadığını biliyorum. Nitekim olmuyor da… Her seçim sonrası büyük bir yenilgi psikolojisi yaşayan bizim mahalle, bunun nedenlerini bilimsel yöntemlerle araştırmasını yapıp uygun politikalar belirleme yerine toplumu suçlamakla yetiniyor. En çok bilimsellik iddiasında olan bizlerin, bu denli bilim dışına düşüp kendini özeleştiriye kapatması, oluşturduğumuz sanal gerçekliğe toplumu uyarlamaya çalışması, uymayınca da derin bir hayal kırıklığı yaşaması, bence, akılla açıklanmaya muhtaç bir durum olarak ortaya çıkıyor…
 
AKP’NİN TOPLUMLA İLİŞKİSİ SİYASAL DEĞİL KÜLTÜREL
Gerçekten sormak gerekiyor, 16 yıllık AKP iktidarına karşı toplumun özellikle bir kesiminde öfke dağ gibi birikmiş, ekonomi yerin dibine vurmuşken nasıl oldu da bu sonuç çıktı ortaya? Toplumun en ezilmiş, düzenin en çok kahrını çekmiş, en çok mağdur edilmiş kesimleri  neden koşa koşa gidip AKP’ye oy verdi? Bunu yalnız bir eğitim ya da farkındalık problemi olarak ele almak yeterli mi sadece? Ya da yalnızca siyasal okumalar yaparak durum anlaşılabilir mi? Çok partili hayata geçişimizden bu yana, ezilen halkın büyük çoğunlukla Demokrat Parti ve Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi onun devamcısı olduğunu söyleyen partileri desteklemesinin altında yatan negerçekten? Bu soruların yanıtını özenle aramak gerekiyor. Hepimiz biliyoruz ki seçmen davranışını belirleyen etmenlerin başında ekonomi geliyor. Sosyal aidiyet, etnik kimlik, ideoloji, dinsel ve mezhepsel görüşün yanı sıra ülke ve dünya konjonktürü, gösterilen adaylar, propaganda süreçleri gibi birçok parametrede etkili oluyor. Ancak,ülkemizde, sosyal yapıya ait bu faktörler kadar kültürel formlar da belirleyici oluyor. AKP bence toplumla ilişkisini siyasal ilişkiye göre çok daha güçlü olan bu kültürel formlar üzerinde kurarak her seçimde başarılı sonuçlara ulaşıyor. Hint kökenli ünlü tarihçi Feroz Ahmad’ın Türkiye’nin kültürel yapısı üzerine yaptığı ve çok katıldığım kültürel çözümlemesi seçmen tercihlerinde de kendini çok belirgin şekilde gösteriyor. Ülke insanı CHP ve “sol” diye sınıflandırdığı diğer partileri kendine yabancı, Batılılaşmış, seküler hayatın, laik kültürün temsilcisi olarak görüyor. Bu çevrelerin kendilerine üsten bakan elitistlerden oluştuğunu, başka bir hayatı yaşadığını düşünüyor. AKP ve genel olarak sağ partiler ise geniş halk kitleleri için İslam’la birlikte anılan yerli kültürü temsil ediyor. Siyasetteki dizilimin toplumsal bilinçte böyle bir yansıması var ülkede. Bunugören AKP ve Erdoğan tüm politikalarını bu kültürel şekillenmeye göre oluşturuyor. Erdoğan’ınyıllarca hakir görüldükleri, horlandıkları, ötekileştirildikleri üzerineoluşturduğu meşhur“mağdur edebiyatı” da bu temellere yaslanıyor. Kendilerine de şekil veren bu kültürü seçmen davranışına dönüştürmek ve keskinleştirmekiçin kutuplaşmayıesas alan bir politikdilkuruyor. Kasımpaşalı ağızları; “Van Minüt” şovları; “Eyyy” nidaları; Kandil, Afrin, Mümbiç gazaları; Avrupa’ya, Amerika’ya yapılan babalanmalar; kutuplaştırıcı, ötekileştirici siyaseti hiç çekinmeden uygulamaya koyma çabaları, yerli ve milli söylemindeki ısrar tam da bu nedenle ortaya çıkıyor…
 
KUTUPLAŞMA YOLUNDA ATILAN HER ADIM AKP’NİN İŞİNE YARIYOR
Zonguldaklı madencilerin ya da genel olarak ülke insanının seçimlerdeki davranışını anlayabilmek ve nasıl konsolide edildiğini görmek için Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci ve Doç. Dr. Emre Erdoğan’ın İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde yürüttüğü “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasının sonuçlarını da incelemek gerekiyor. Erdoğan’ın zehir zemberek bir dille kutuplaşmayı körüklemesinin altında nasıl bir güdünün yattığı, bu güdüyle üretilen dilin nasıl oy devşiren bir canavara dönüştüğüo araştırma incelendiğinde çok daha iyi anlaşılıyor. Prof. Emre Erdoğan’ın Gazeteci İrfan Aktan’a verdiği ve gazeteduvar’da yayımlanan röportajında dile getirdiği“Kutuplaşmada siyasilerin büyük etkisi olduğu da bir gerçek. Kutuplaşma tüm siyasetçilerin işini çok kolaylaştırıyor. Çünkü kutuplaşma derinleştikçe, oy almak için fazla çaba sarf etmenize gerek kalmıyor. İnsanlara tercih edebilecekleri kutupları göstermeniz yeterli oluyor. Kutuplaşmış bir seçmen, muhalefetin de iktidarın da işini kolaylaştırıyor” şeklindeki sözleri de bu konuda yeterli açıklamayı zaten yapıyor. AKP ülke sosyolojisinde geniş yer tutan muhafazakar çoğunluğu geçmiş mağduriyetler üzerinden konsolide edip, müsebbip olarak ilan ettiği çevrelere karşı kışkırtarak, tabanını geliştiriyor… “Laiklik elden gidiyaahh” diyen vatandaşın, havuz medyasında en makul vatandaş olarak ülkenin gerçek sahibi ilan edilmesinin tam da bu nedenle zaten. Solun toplumun ezilen kesimleriyle daha sahici ilişkiler geliştirmesi için çok daha güçlü örgütlenmeye ve halkın değerleriyle kendi değerlerini kucaklaştıran bir yönelime ihtiyacı var. Kutuplaştırıcı, ötekileştirici dilin bizleri daha da yalnızlaşmaya ittiği, bundan AKP ve yandaşlarının kazançlı çıktığı çok açık. Peki, bu nasıl aşılabilir? Yolu ve yöntemleri konusunda hep beraber tartışmaya devam…
 
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1.       Ahmet Makal, Toplumsal Tarihin Bir Acı Deneyimi Olarak “İş Mükellefiyeti”, ZOKEV Kent Tarihi Bienali ‘05 Bildiriler Kitabı, Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı Yayınları, Zonguldak 1996
7.       FerozAhmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1994