Kendimize kurduğumuz düzenin bizi sürekli bir mutsuzluk çemberine sürüklediğini düşünmek bile bazen fazla yorucu geliyor. Dokuzdan beşe işler, kentsel yaşamın koşuşturması, sıradanlığın boğucu ağırlığı… Bunların tümü, içten içe bir harabeye dönüşen ruhlarımızda daha büyük boşluklar açıyor. Toplum olarak inşa ettiğimiz bu sistem, çözümden çok sorun üretiyor sanki. Modern birey, bizzat kendi eliyle kurduğu bu düzende tıkanmış durumda; herkesin aradığı tek şey ise bir kaçış.
Özellikle kentli kadınlar arasında yaygınlaşan kişisel gelişim, kendini keşfetme, yeniden yapılanma gibi kavramlar, işte bu harabelerin arasında bir kurtuluş yolu sunuyor. Bu akımların mutluluk getirdiği insanlar elbette vardır; kimse onların deneyimlerini sorgulamak istemez. Ancak burada dikkate değer bir nokta var: Bizi bu arayışlara iten gerçekten özgürlük mü yoksa sistemin dayattığı bir tatminsizlik mi?
Teoride, hepimizin bu kaçışı tecrübe etme şansı var. Her şeyi bırakıp gitmek, yeni şehirler, yeni ülkeler görmek, dünyayı dolaşıp kendimizi yeniden yaratmak cazip bir düşünce. Fakat, bu arayışın kendisi de bir tür içsel harabeye yol açabiliyor. Yeniden yapılanma arayışında olduğumuzu sanırken, belki de aslında daha önce hiç bize ait olmamış ideallerin peşinde koşuyoruz. Bu sürekli dönüşüm ve değişim arzusunun altında, sürekli olarak başkalarına ya da sisteme ayak uydurmanın yorgunluğu yatıyor.
Sonuçta, bazen hayatı anlamaya çalışırken kendimizi bir kısır döngüye sokuyoruz. "Değişim" diye başlayan bu yolculuk, çoğu kez başka bir düzene bağlanmaktan ibaret kalıyor. İçsel harabelerimizi süslemek için çevremizi değiştiriyoruz; ancak ruhsal yıkımlarımızı ve tatminsizliklerimizi içten içe besleyen düzen aynen devam ediyor.
Her şeyi bırakıp gitme düşüncesi kulağa güzel gelebilir; ama belki de gerçek dönüşüm, önce bu düzenin içindeki harabelerle yüzleşip, ardından onları dönüştürmeyi başarmakta yatıyor. İşte asıl değişim de tam olarak burada.