Geçtiğimiz hafta içinde “Nasıl bir kentte yaşıyoruz”,  “Siyaset dünyamız neden bu kadar kısır, niçin bu kadar ışıksız” sorularına yanıt olacak bir gelişme yaşandı Zonguldak’ta… Gazete sayfalarına müjdeli bir haber gibi yansıyan olay, okumasını bilene, “Tek derste Zonguldak’ı anlama kılavuzu – Kendine yabancılaşan bir kentin anatomisi” başlığıyla tez konusu olabilecek kadar değerli bilgiler içeriyordu… Toplumun meseleye ilgi duyan bölümüne derin bir nefes aldıran haberde metruk haldeki eski Zonguldak öğretmenevinin yıkıldığı bildiriliyordu. Çelikel Lisesinin hemen yanındaki bina, habere göre, uzunca süredir bağımlıların merkezi gibiydi… Yıkılma tehlikesi bulunan bina, bir de bu haliyle tehlike saçıyordu…

Hangi okur ne düşündü bilemem, ama benim içimde biriken derin bir hüzündü… Haberi okuyunca her yanım, köklerine yabancılaşmış, değerlerinden arınmış, nereden gelip nereye gittiğini bilmeden varlığını sürdürmeye çalışan, ibişleşmiş bir kentte yaşıyor olmanın derin kederiyle doldu… O metruk binaya inen her darbe kentin belleğine, vefa duygusuna, kendini var eden değerlere iniyordu çünkü… Kimse farkında değildi ama yıkılan o bina, 1930’lu yıllarda başlatılan büyük eğitim hamlesinin, hayırsever insanlarca atılan dev adımının ürünüydü… Zonguldak’ta ilk lise 1938 yılında açıldı. Mehmet Çelikel adlı işadamının bağışlarıyla yapılan bu okul, kentli insanların yanı sıra kasaba ve köylerde okumaya hevesli köy çocuklarının da ışığı oldu…

EĞİTİM HAMLESİNİN ÜRÜNÜ

Ulaşımın başlı başına bir sorun olduğu o yıllarda ilçelerde hatta Kozlu ve Kilimli’de yaşayan çocuklar salt bu nedenle eğitim hakkından mahrum kalıyordu. Bu durumu gören Halit Aksoy, Tahir Karauğuz, Refet Güneş, İzzet Çakmaklı, Hakkı Gülerman, Mehmet Çelikel ve Cemil Akalın “Öğrenime Yardım Kurumu” adıyla bir dernek kurdu. Kollarını sıvayan dernek üyeleri okulun hemen bitişiğindeki arazide 200 öğrenci kapasiteli bir “öğrenci yatıevi” inşaatına başladı. 30 Ekim 1943’de bin türlü yoksunlukla temeli atılan “yatıevi”, 26 Ağustos 1945’de tamamlanarak iki yıl gibi kısa sürede hizmete açıldı. Civar ilçe ve köylerden gelen çoğu yoksul pek çok çocuk, bu sayede eğitim görebilecekti…

Yıllarca “yatıevi” olarak hizmet veren yapı, gereksinim ortadan kalkınca Milli Eğitim Müdürlüğüne devredildi. Uzun yıllar öğretmenevi olarak görev yaptı daha sonra… Adı öğretmenevi olsa da, yalnızca eğitim camiasına değil, tüm kente hizmet veriyordu yine. Pek çok Zonguldaklı öğretmenevi salonunda yapılan düğünlerle ilk adımın attı yeni bir hayata… Kente yeni atanan pek çok memur, limana tepeden bakan lokalinden denizde yakamozlanan ışıklara bakarak merhaba dedi Zonguldak’a… Sahile yeni öğretmenevinin yapılmasıyla boşaltıldı, amacına uygun başka bir işleve büründürülmeyerek, kaderine terk edildi daha sonra… “Ecdat yadigârı” deyimini çok seven muhafazakâr iktidar, cumhuriyet aydınlarını ecdattan saymadığından olacak, o yüce duygunun bin türlü meşakkatle yapılan eserini göz göre göre yakılmaya mahkûm etti…

YA SOSYAL DEMOKRATLARA NE OLUYOR

Ya cumhuriyet değerlerine en çok sahip çıktığını iddia eden yerel yönetimin körlüğüne ne demeli? Gerçi yıkım masrafları İl Özel İdaresi bütçesinden karşılanmış ama kente karşı bir suç olarak yükselen pek çok kaçak yapıyı, mahkeme kararlarına rağmen yıkamayan Zonguldak Belediyesi, Cumhuriyet Halk Fıkrası’nın önde gelen aydınlarınca yaptırılan bu anıtsal yapının yıkılışını neden seyretti acaba sessizce? Geçmişin mirasına sahip çıkıp, örneğin, bir kent müzesi, yeni bir kültür merkezi olarak değerlendirmesini neden istemedi? Yanıtı bence basitti bu soruların, yönetimini ele geçiren kadro, kendini bir yerlere taşımanın ötesinde hiçbir amaç taşımıyordu çünkü siyasette…  Ne geçmiş gelecek ilişkisi, ne kentlilik ruhu, ne de Zonguldaklılık bilinci umurunda değildi hiçbirinin… O milletvekili, öbürü bilmen nereye başkan olsun, kent isterse batsındı; içinde bulundukları sığlığın tek izahı buydu bana göre…

Zonguldak Belediyesi’nde yaşanan son kavga da bunu anlatıyor zaten… Kolunu kıpırdatmaktan aciz belediyenin, agresif tavırlarıyla, varlığını bir parça da olsa hissettirmeye çalışan, görev yaptığı süre içinde akçeli hiçbir işe adı karışmayan, aksine belediye gelirlerini artırıcı bir sürü işi başardığı söylenen Şenol Şanal’ın ayağını kaydırmak için oynanan kötünün kötüsü de oyunun başka ne amacı olabilir ki? Tam da seçim arifesinde parti içi kavgaları yatıştırıp, herkesi kucaklaması gereken il başkanının kimi üyelerine kapıyı gösteren hamlığı gibi tıpkı, bu da paylaşım savaşının hamlelerinden biri kesinlikle… Şimdi soruyorum, bu hengâme içinde kentsel meseleler konuşulabilir mi sizce? Bir birikimin ürünü olan kentlerin ancak ve ancak geçmişin mirası üzerinde çağdaş bir kimlik kazanacağı bu muhterislere anlatılabilir mi? Bu tabloya bakıp, “Yazık, hem de çok yazık” demek, ve o binayı inşa eden herkesin azizi hatıraları ile ailelerinden binlerce kez özür dilemekten başka hiçbir şey gelmiyor ne yazık ki elimizden…