Münakaşa değil de münazara anlamına gelen tartışmaları severim. Hele hele fikri derinliği olan, birikimli, estetik zevkleri incelmiş insanlarla tartışıyorsam zenginleştiğimi düşünür, mutlu olurum… Böylesine az rastlasam da, çok öğreticidir o tartışmalar… Üzerinde çok düşünmüş olsam da bir meselenin başka açıdan nasıl göründüğünü öğrenir, bir de öyle değerlendirmeler yaparak, çok daha olgunlaşmış fikirler çıkarırım ortaya… Bir de, ikna olmak ya da ikna etmekten daha çok, “Neden böyle düşünüyor, bence tüm çıplaklığıyla ortada olan bir gerçeği hangi saiklerle böyle okuyor?” sorusuna yanıt bulmak daha önemlidir benim için… 

Çevremdekilerin, “Yahu ne uyuyorsun bunlara” ikazına aldırmadan sık sık tartışmalara girerim insanlarla, fikir önemlidir benim için… Kimi AKP’lilerle bu güdülerle tartıştım zaman zaman… Hepsi desem haksızlık olur ama birçoğu, hüsranla bitti… Hiçbir düşünce sistematiği olmayan, doğrusal tutarlılıktan uzak ezber cümleler, beylik laflar, dayanaksız karalamalar çıktı karşıma çünkü…  Tartıştığımız konuyla illiyet bağı kurmaya gerek duymadan ifade edilen, “Halkın değerleriyle alay ediyorsunuz”, “Bize ‘göbeğini kaşıyanlar’ diyorsunuz”, “Milleti ‘karabaş’ diye nitelendiriyorsunuz” şeklindeki hezeyanlarsa kabak tadı verdi…

 MAÇOLUK, KÜLHANBEYLİK, LÜMPENLİK, KİBRİ KİM HASLETTEN SAYIYOR

İnsan olmakla malulüz, ayrımsız hepimizin yetersizlikleri var... Tümümüz fıtrat kadar, sosyal çevrenin de ürünüyüz… Eğitimden toplumsal kültüre, ekonomiden coğrafyaya kadar birçok etmen benliğimizi şekillendiriyor... Doğuştan sahip olduğumuz ve bizi, diğer insanlardan eksik ya da üstün görme gibi karmaşanın içine atan “alçaklık kompleksi” zaman içinde onarılamazsa, “sosyal duygu yetersizliği” başta olmak üzere pek çok olumsuzluğa yol açıyor... Adler, iyi bir kişiliğin, bu kompleksi aşma için verilen çabayla doğrudan ilişkisi olduğunu söylüyor… Bu tanımlar, yukarıdaki sözlerle, muktedirken bile hakir görülüp mağdur olduğunu söyleyen çevrelerin psikolojisini açıklamaya yetiyor…

 Şu “Milletin değerleri” dedikleri kavramı da tartışmak isterim biraz… Kendi hezeyanlarını, süfli fikirlerini “milletin değeri” diye yutturmaya kalkıyorlar çünkü… Sormak hakkım: Hiçbir derinliği olmayan, estetik duygusundan yoksun, insanlık değerlerinden bihaber, şuurdan ve aklıselimden uzak, birleştiricilikten daha çok karşıtlığı temel alan bir dil ne zamandan beri değeri oldu bu milletin? Maçoluğu, külhanbeyliği, lümpenliği, “Kimseden öğrenecek değiliz” kibrini kim hasletten saymaya başladı? Ölen çocuğuna gözyaşı döken anneyi yuhalatmak, bırakın Türkleri, hangi milletin kitabında yazıyor? Bir ulusa “cibilliyetsiz” diyen vandallığı kim yazdı milletin değerleri arasına? 

ANADOLU’NUN SEVGİ DİLİ

Milletin değerlerini “Ne ararsa kendinde ara” diyen Hacı Bektaşlar,  “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” diyen Yunuslar, “Merhamette güneş, tevazuda akarsu gibi ol” diyen Celaleddin Rumiler oluşturdu yüzyıllar önce… Sinanlar, büyük müzebbihler, her deseninde bir başka keramet bulunan nakkaşlar oya gibi işledi… Hafız Burhanlar, Kadı Burhanettinler, Celal Güzelsesler Neşet Ertaşlar sazla sözle tüm dünyaya duyurdu Anadolu’nun sevgi dilini… Bu ulu pınarlar değil de, hiç hat sergisi gezmemiş, gözünün değil gönlünün gördüğünü resmeden nakkaşların dünyasına girmemiş, mabetlere yalnızca boyutuyla değer biçmiş hödükler mi belirleyecek değerlerimizi?

 Bu ülkede yaşıyoruz hepimiz… Kuran’ın özenle saklandığı evlerde, inançlı insanların torunları, çocukları olarak büyüdük; büyüklerimizin iftar vakitlerinde yüzüne yaydığı ışıkla yıkandı içimiz… Bayram coşkusu, çocuk günlerimizin en büyük sevinci oldu… Yunus’u da biliriz, Pir Sultan’ı, Veysel’i, Nesimi’yi,  de… Hacivat, Karagöz’le güldük doyasıya, Hoca’nın kıssalarından hisse aldık… İnsanlığın binlerce yılda oluşturduğu ortak değerlere, gözümüzü de, gönlümüzü de açık tuttuk her zaman… Millet çoktan kattı bunları değerleri arasına… Bazen geri dönüşler yaşansa da, tarihin tekerleği hiç geri dönmedi… Gülü gül ile tartan bu millet, sizin paçozluğunuza teslim olur mu yahu?