Kendi bakış açıma göre yüreğime dokunan hangi konuya parmak basacak olsam, içeriğinde mutlaka serzeniş ve sorgulama ve de yargılama yapmak gibi duraklar kaçınılmaz oluyor sanki. “Hoş bütün bunların sonunda kabule geçmekten başka seçeneğiniz de kalmıyor ya…” Meramınızı anlatabilmek için günün koşullarında bu yolları kullanmak kaçınılmazmış demek ki kaçamıyorsunuz haliyle.
Öyleyse eğer;
Başlığın açılımını yapmadan önce kendimle baş başa verip, bendeki yerini, sağlamlığını ve önemini bir hayli düşündüm doğrusu ve kendi durumumu bir kez daha gözden geçirdim. Bütün bunların akabinde ise doğru bir sonuç elde edebilmek adına bir hayli cebelleşsem de istediğim ve beklediğim cevabı hâlihazırda veremedim kendime…Hakkaniyetli olabilmek ve de kendinden emin olarak bu konuyu değerlendirip net bir sonuç ortaya koyabilmek ise neredeyse imkânsız gibi geldi bana. Bir kılıf uydurmuyor, aksine dürüst davranıyor ve de beceriksizliğime veriyorum…
Dostluk kelimesi, insani duyguların ve ilişkilerin kalbi, merkezi, düşmanlık kelimesinin de panzehri!!! Sadece insani ilişkilerde değil, yaşayan ve hisseden tüm canlılar için gerekli ve de gerçekten bir ihtiyaç duygusu. “Çelişkilerim inançsızlığın zihnimi bulandırmasından.”
Günümüz insanlığı bu duygunun içinin boşaldığını düşünüyor ve bu kavramın artık işlevini yitirdiğini düşünüyor. Oysa insanlık ve dünya var olduğundan beri süregelen, menfaat çıkar kaygıları, dostluk kelimesinin içini de önceliklerine göre çok kez doldurup boşaltmıştır.
Bu duygunun her daim hakkını verebilen ve istikrar sağlayabilenlerin gıpta edilmesi gerekenler olduğunu düşünüyorum eğer gerçekten bir yerlerde varsalar, varsa tabi ki. Yaşadığımız koşullara göre biçimlendirdiğimiz, işimize geldiği gibi hoyratça örselediğimiz, bu temelinin güven duygusunca atıldığı dostluk kavramının da sanırım DNA’ sıyla oynandı zaman içinde. Yoksa bu denli ikileme düşülmezdi diye düşünüyorum.
Düşmanlık, ikili ve çoklu ilişkilerde dostluğa nazaran daha çok ipi göğüslemiştir tahminimce…
Eskiden öyleydi, eskiden böyleydi diye örneklendirdiğimiz, özendiğimiz, oysa varlığından emin olmadığımız arayışlarımızın “özlemlerimizden olsa gerek” daha kurgusunda kaybediyoruz zamanları. Her şey eskiyen halinde hiç işimize yaramıyor aslında. Niye özlemle eskileri hep yâd ederiz de hiç eskiye rağbet etmeyiz o da biz insanların öylesine, şuursuzca dillendirdiği duygu çeşitliliği, arayışı bir nevi, bence.
Neden biz insanlara ve canlılara en çok gerekli olan ve ihtiyaç duyulan duyguların içini boşaltırız ve onlara sahip çıkamayız. Neden olumlu olarak bize iyi gelecek her şeyi biz tam tersi duygularla sürekli takas eder hayatımızın içine sokarız.
Kıskançlık ve haset duyguları bünyemize kurulup bir zehirli sarmaşık gibi bizi sarıp sarmalarken, hiç ses çıkarmayız ve neden dostça kucaklayıp birbirimizi, ihtiyaç duyulduğunda olmamız gereken yer de olmayız, olamayız.
Biriktirdiğimiz insanları değiştiren bu dünya, bizi de en az birikenler kadar değiştiriyor. Çıkar ilişkileri insan bünyesinde bulunan ve bastırılan bütün olumsuz duyguları canlandırıyor ve bizim içimizden korkunç canavarlar çıkartıyor.
Kimlere dost denir? Kimler düşmanımız olur? İyi günde kötü günde diye başlanılan beraberliklerde yaşanılan süreçlerin, olması gerekeni yaşattığını, gerçeği yansıttığını ve hakkını teslim edebildiğimizi düşünüyor musunuz sahi?
Peki, hep karşımızda olana mı dost ya da düşman olunur? İnsan kendi kendinin de dostu ve düşmanı olur mu? Ve yine insan, kendini en fazla ne kadar acıtabilir, bir başkasından gelecek zarar kendi kendine verdiği zararla kıyaslandığında, ortaya çıkan sonuca adam akıllı bakabildik mi dersiniz?
Bütün buraya kadar anlatmaya çalıştığımı şöyle bir kenara öteleyip, insanın kendi kendine olan dost ihtiyacına da bir göz atmak istiyorum zira gerekliliğine iyice inanmaya başladım.
Kimin kime ne kadar ihtiyacı ve gereksinimi olduğunu, kim kimden ne kadar nemalanır, bunun zamana ve olaylara göre değiştiğini düşünüyorum. Ama son zamanlarda kendimce, kendimden çıkardığım sonuç doğrultusunda bir değerlendirme yapabildiğimde ise, insanın en çok ama en çok kendine kendi dostluğuna ihtiyaç duyduğu söyleyebilirim. Hayat kapılarımızın kapılarını açmak için anahtar da çilingirde kendimiziz diye düşünüyorum, ah bir de hayata geçirip uygulamasını yapabilsek. Yıllar öncesinde kulağıma küpe olan bir sözü bu aralar kaybetmiş olduğumu fark ettim ”insanlar yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölürler, sadece paylaşılan anlar vardır. ”
İşte zamanla birbirimizle paylaşılan anların, paylaşılırken çok daha önemli olduğunu görüyorsunuz. Çünkü o paylaşılan anlardan çıkıyor dostlar ve düşmanlar. Bu sadece karşıda olanın incelenip sorgulanıp, yargılanacağı bir durum değil elbette. Siz, biz, yani kendimiz de ne kadar o paylaşılan anların değerini önemini fark ediyor ve ettiriyoruz. Kendimizden gidenlerin, kaybettiklerimizin dokümanını tutarken, kendimize kattıklarımızın da ne işe yaradığını bilebilsek. Verdiklerimiz aldıklarımızdan daha değerliyse ki öyle oluyor her zaman, kendi kendimizin dostu olmak şu bağlamda çok daha önemli ve gerekli. Zira aksi halde kendine düşman oluyor insan ve hep kendinden eksiltiyor birilerini çoğaltırken…
Yeniden yapılanmak ve hayata başka pencerelerden bakmak gerekiyor sanırım çünkü yamacınıza sokulan herkesin bir beklentisi oluyor sizden. İster adına çıkar deyin, isterseniz ihtiyaç. Evet, kabul ediyorum biz canlılar birbirimize her halükarda muhtacız, birbirimizden alacaklarımız, birbirimize vereceklerimiz hep oldu, olacaktır da. Bunun ölçüsünü tutturabilmek ve eskiyen her şeye paha biçilmez değer yüklemek bana göre yanlış, bunun yenisiyle eskisi arasında hiçbir fark yok. Dost da düşmanda kendi içimizden süzülen yaşanmışlıklarla doğuyor ve her ikisi de her an yer değiştirmeye meyilli olarak size eşlik ediyor, tıpkı bizlerin kavramlara istemeden de olsa eşlik ettiği gibi…
Şunu öğreniyorsunuz ki zamanla, paylaştıkça çoğalan şeylerin arasından dosttan ziyade düşman çıkıyor günümüzde. Ben o çok eskileri bilemiyorum ama benim eskittiğimde yenilerimde kendinde ara her ikisini de diyor, gör bak o zaman daha az zararlı çıkarsın diyor…