Yaşam koşulları ağırlaştıkça ve hayatla baş edemediğinde insan, çareyi içine kaçmakta kendine saklanmakta buluyor sanırım. Bu acizlik midir bilmiyorum ama bir gereklilik oluyor belirli başlı dönemlerde ve durumlarda ve olaylarda… Hassasiyetiniz ne kadar fazlaysa, işte o kadar çok yıpranıyorsunuz. Kabullenmek istemediğiniz, size aykırı gelen yaptırımların kölesi olmak istemediğinizde, yalnızlaşan kimliğinizle baş başa kalmanın kaçınılmaz sonu kendine saklanmak.
Buna çevresel faktörlerin olumsuzluğu neden oluyor gibi görünse de kişisel tercihlerin ve hayata bakış açınızın da destek verdiğini unutmamak gerekiyor. Yani birçok nedenden dolayı ağırlaşıyor hayat, ağırlaşıyor ikili ilişkiler, ağırlaşıyor ruhunuz. Yaşam enerjiniz merkezinize yakın olaylara bağlı olarak sönüyor şar teli indirilmiş elektrik sayacı gibi ve siz karanlığa dönüyorsunuz yönünüzü. Dibe vuruyorsunuz, en dibe, yeniden için ise küllerinizden doğmak gibi masalsı kahramanlara ihtiyaç duyuyorsunuz iç benliğinizde.
Taraf olduğunuz düşünce sisteminin kazanmak ve kaybetmek gibi şıklara mahkûm edilmesi yılgınlığınızın en başlıca sebebi günün koşullarında.
Bunu kişiselleştirdiğiniz olaylar bazında düşündüğünüzde ise aşağı yukarı aynı sonuca, aynı yere varıyorsunuz çünkü sistemin işleyişi de aynı kurallar kavramlar bütünlüğüne denk düşüyor.
Zafer kazanmaya endeksli egosal kimliklerin önüne ne varsa alıp götüren azgın bir nehirden hiçbir farkı yok bana göre. Çamurlaşan nehir sularının ardına bıraktığı balçıklardan yeniden duru olabilmek zaman alıyor, hem de bir hayli uzun zaman.
Günümüz koşulları diye sıfatlandırdığımız, aslında adının bal gibi bencillik olduğunu bildiğimiz kendimize yontmak gibi kıvırdığımız mazeretlerin hiç biri öncelik olamamalı hayatta. Çünkü hepsi haksız kazanım, haksız sefa sürebilmek için kendimizi aldattığımız göz ve gönül boyacılığından öteye gitmiyor. Öyle ki kazanım olarak şaha kalkılan her durumda yenidenler için arayışa, deneme yanılma metoduyla daha çok can yakmaya doğru arsızca yol alıyor egosal bakış açıları.
Bunun temelinde yatan nedir, bunu tam manasıyla deşifre edip iyi bir analiz yapabilir mi bilirkişiler bilemiyorum, ancak şunu biliyorum ki birileri, birilerimizin hayallerini umutlarını özgürlüklerini çalıyor ve onları diri diri gömüyor.
Yaşam enerjilerimizi karanlığa mahkûm etmeye başladıklarından beri kendimize saklanıyoruz çaresizce. Kabul etmek istemediğimiz bakış açılarının neticesinde zorunlu bırakılmak için üzerimize boşaltılan algı çöplüğünün içinde debelenmekten yorgun düştüğümüz aşikâr.
Bunun bir sonu bir başkaldırışı mutlaka olmalı. Kabullenmekte zorlandığımız üzerimize her ne sebepten olursa olsun yaptırım uygulamak isteyen zihniyete bir kez vize verirsek şayet oturma izni elinde kalıcı olarak yerleşiveriyor üstümüze.
Kişisel kimliklerimizin sağlamlığının derecesi, hayata karşı duruşumuz ince bir köprünün üzerinden ne kadar emin yürüyebildiğimizle eş değer. Çünkü altında azgın ateşler yanan köprüler kuruyor hayat bize, ister cehennem ateşi diyelim adına, isterse hayat mücadelesi, sendelediğimiz anda kaybediyoruz. Kazanabilmek için birilerinin kaybetmesi gerekiyor sanki. Sistemin altına odun sürenler, bir gün, işte onlar da aynı ateşte yanacaklar, tıpkı yaktıkları canlar gibi bedelini ödeyecekler. Etme bulma dünyası diye bir detay yazılı sicilinde hayatın…