Bu coğrafyanın neden zincirlerini kıramadığını ve neden kendini olması gerektiği gibi var edemediğini bileniniz var mı? Varsa ne olur söyleyin. Neden bu kadar yılgın bu şehir, neden kendinden erkenden vazgeçmiş?
Kendine küskün, kırgın bakımsız bir halde, olsa da olur, olmasa da vazgeçişinde ehli olmayan kişilerin elinde kendini maskara etmeye meylediyor san ki… Hoş var ettikleri de okuyor canını o ayrı.
Bin bir türlü vaatlerle gözünü boyayanlar sırtından bıçaklamıyor mu, en çok onlara öfkeleniyor onlara güceniyorum.
Ne desen boş, her şeye sağır dilsiz köşesine çekilmiş san ki lanetli bir sihir yapılmış ve o sihir onun dokusuna işlemiş de, bir türlü ayakları üzerinde duramıyormuş gibi geliyor bana bu yalnız şehir.
Elinden tutabilmeyi, hadi birlikte yürüyelim diyebilmeyi o kadar çok istiyorum ki kavuşmuyor bir türlü ellerimiz.
O gönülsüz, yorgun, ben yalnız ve korkağım.
Yetmiyor adım adım yollarını arşınlamak. İçerisi dışarısı vallahi acınası halde… Ne hallere giriyor insan bir bilseniz derdine derman ararken.
Bir kuş süzülüşüyle kanat çırpıyor, gökyüzüne çıkıyorum ve oradan bir uçtan bir uca seyrediyorum doğduğum yaşadığım ve dolduğum coğrafyamı. Gönlüm sızlıyor her yüz yüze bakıştığımızda.
Umutsuzluğa düşmemek ne mümkün…
İş aş yüzünden terki diyar edenler, birbirine yüzünü değil sırtını dönenler. Sadece kendi kazanmak üzere hırsa bürünenler. Bir de yakasından çekiştirenler var ki sormayın gitsin.
Her köşesi kir pas içinde, her köşesi yara bere içinde iş bilmeyen insanlara meyletmesi de kendinden vazgeçişinden mi diye düşünmüyor değilim hani.
Oysa yeşilin mavinin o eşsiz kavuşumunda, sıralanmış dağların eteklerine doğru süzülen koyların kıyısında doğurmuş kendini. Doğduğundan beri zaten altı üstü kara, bahtı da san ki ondan kara.
Artık eminim ki göbeğini de kendi kesmiştir bu şehir, yalnızlığı başka türlüsünü getirmiyor insanın aklına.
Ne atananları, ne seçilmişleri kalbine dokunamamış ki. Dokunabilselerdi şimdi şaha kalkmıştı bu şehir.
Hepsi de kendilerini tatmin etmek için sokulmuşlar koynuna, alacaklarını alıp arkalarına bakmadan gitmişler, onlarda tıpkı reşit olan evlatları gibi vefasız çıkmışlar...Terkedildiğini düşünmüş her ebeveyn gibi öyle sanıyorum.
Seçilmişler ha bu gün ha yarın derken şöhret sarhoşluğuyla dünyayı tozpembe göredursun, vakit ne ara sona gelmiş daha ayılamadan zaman tükenmiş. Sonrası koskoca bir eyvah... İş bilmezliğin vücut bulduğu yer bu coğrafya.
Kaybeden yine bu yalnız yorgun şehir oluyor tabi ki. Dökülüyor her bir yanından yürek burkuyor.
Beğenmeyip yıkılan, fakat yeni denilenin eskisini arattığı mekânlar ve üzerinde araçların hop hop hopladığı çukurlar.
Her yağmur, rüzgâr sonrası çevreye yayılan çöp dağları!
Denizlerinin derelerinin kiri, havaya doğru zehrini kusan santrallerin laneti!
Sanatına sanatçısına verilmeyen kıymet, elin oğluyla kızına gösterilen hürmet…
İnsanın hevesini kursağında bırakanlar, bu şehrin alacaklı gibi yakasına yapışanlar.
Öyle dertli öylesine bahtsız ki bu coğrafya, dermansız bir derdin acı çekişine tanık olmak gerçekten acı veriyor.
Bu şehrin bu coğrafyanın kendine olan küskünlüğüne son veremezsek onu yıkayıp paklayamazsak bağrımıza basamazsak bu yılgınlık, yorgunluk, yalnızlık canımızı okumaya devam edecek.
Seçileni ve atananı birazcık bu coğrafyayı düşünseydi şimdi kol kola güzel günlere doğru arzı endam ediyor olacaktık. Onlar, bunlar, şunlar gericiliğiyle daha çok ağzımız açık izleriz elin oğlunu kızını.
Ancak durum hiç de hoş değil, bunu görmezden gelmek bize kar sağlamaz.
Zonguldak artık ayağa kalmak zorundasın, içine ata ata kuruyacaksın.